Bazı şehirler vardır, onların adı söylendiğinde haritalar değil, hatıralar açılır gözümüzün önünde. Sena da öyledir. Yemen’in yükseklerinde, taş ve zamandan örülmüş bir yalnızlık gibi duran bu kadim şehir, dünyanın en eski yerleşimlerinden biri değil yalnızca; aynı zamanda suskun bir hafızadır, kırılgan bir ruh gibi titreyen.
Sena’nın hikâyesi, tarihin çok gerilerine dayanır. Söylenene göre, Hz. Nuh’un oğlu Sam kurmuştur bu şehri. Adı da buradan gelir: San’a — korunmuş, saklanmış anlamına gelir Arapçada. Ve gerçekten de yüzyıllar boyunca bu şehir, hem kendini hem geçmişini saklamayı başarmıştır.
Bu sokaklarda yürürken zamanın akışı durur. Pencereleri renkli camlarla süslenmiş, yedi katlı kerpiç evler göğe uzanır. Her kat farklı bir anlam taşır: alt katlar hayvanlar içindir, ortalar gündelik yaşam, üst katlar ise dua ve misafir içindir. Çünkü gökyüzüne en yakın yerde, Allah’a en yakın olunacağına inanılır. Bu evlerde yaşam, bir ibadet gibi sürer.
Sena’nın sabahları, güneşin yavaşça minarelerin ucuna dokunmasıyla başlar. Pazar yerinde narların, kahvenin, baharatın kokusu birbirine karışır. Dar sokaklarda yankılanan selamlaşmalar, bir şehirden çok, büyük bir ailenin içinde olma hissi verir insana.
İnsanlar birbirini adıyla bilir, çocuklar kapı önlerinde oynarken büyükler Yemen çayı eşliğinde eski şairleri konuşur. Sena bir şehirdi ama aynı zamanda bir masaldı.
Ama masalların kaderinde de zaman zaman karanlık sayfalar vardır. Ve Sena’nın karanlığı, son yıllarda daha derin, daha sessiz geldi.
Savaş…
Bir sabah kuşlar yerine uçaklar girdi gökyüzüne. Gölgeler büyüdü. Camiler hedef oldu, okullar yıkıldı. Herkesin bildiği yolların ortasına büyük bir bilinmezlik düştü.
Bir baba, sabah işe gitmek üzere kapısını kapattığında bir daha hiç dönemedi.
Bir çocuk, bir daha hiç okula varamadı.
Sena, içindeki çocuk gülüşlerini kaybetti.
Ama Sena, yıkılan sadece duvarlardan ibaret bir şehir değildi. O, kendi hafızasını yaşayan bir canlıydı. Yıkımın ortasında insanlar hâlâ sabahları fırınlarını yakmaya devam etti. Kadınlar, mahalle arasında çıkan yangını söndürmeye koşarken çocuklarını sırtında taşıyordu. Gençler, sosyal medyada değil ama harabelerin duvarlarına yazdıkları cümlelerle haykırıyordu umutlarını:
"Bizi unutanlar bilsin; biz hâlâ buradayız."
Bir sabah, yaşlı bir adam çıktı sokaklara. Bastonuyla yıkık caminin kapısını çaldı. İçeri girdi, molozların arasında kıbleyi buldu ve namaza durdu. O ânı gören herkesin gözleri doldu. Çünkü Sena'nın direnişi tam da buydu: Sessiz, gösterişsiz ama köklü.
Bu şehir hep böyleydi. Yüzüne çarpan rüzgâra değil, yüreğinde biriken zamana bakarak yaşardı.
Savaş, Sena'nın taşlarını yıkabilmişti belki ama hafızasını silememişti. Çünkü her annenin yüreğinde bir türkü, her yaşlının gözlerinde bir dua saklıydı.
Sena’nın geceleri artık sessizdi. Ama bu sessizlik, korkudan değil, sabırdan doğan bir sessizlikti.
Şehrin sokaklarında hâlâ yürüyen insanlar vardı.
Hâlâ birbirlerine “Sabahınız hayır olsun” diyorlardı.
Hâlâ çocuklar, yıkık binaların gölgesinde ip atlıyordu.
Hâlâ birileri umutla fırına ekmek veriyordu.
Çünkü hayat, bazen en çok yıkımın ortasında inatla yeşerirdi.
Ve işte tam da bu yüzden, Sena bir şehir olmaktan çıktı; bir direnişin adı oldu.
Bütün dünyanın sustuğu bir coğrafyada, bir halkın susmamayı seçtiği yerdi burası.
Taşla, duayla, sabırla, gözyaşıyla örülmüş bir insanlık çağrısıydı.
Bugün Sana’a'nın göğünde hâlâ uçaklar dolanıyor olabilir. Ama aynı gökyüzüne bakıp ellerini göğe kaldıran insanlar da var. Onlar her gün şu cümleyi tekrar ediyor:
“Sena yıkılmaz. Çünkü Sena sadece taş değil; biziz.”
Ve bu yüzden, Sena hâlâ yaşıyor