Bazen bir mekana girersiniz ve havada görünmeyen bir titreşim hissedersiniz. İşte Beştepe’deki “Arkeolojinin Altın Çağı” sergisine adım attığım an, tam olarak bunu yaşadım.
Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir Cumhurbaşkanı, arkeoloji temalı bir programa ev sahipliği yapıyor. Öyle ki; bir sergi ya da sempozyum değil; kültürel hafızamızın, medeniyet iddiamızın, tarih sevgimizin ete kemiğe bürünmüş haliydi …
Ve orada, ihtişamıyla salonun ortasında duruyordu “Marcus Aurelius”
Yaklaşık iki bin yıllık bu heykel, Amerika’dan dönmüş, evine kavuşmuştu. Marcus; asırlık dinginlik, sanki “Ben geri döndüm” der gibiydi. Ve Roma’nın görkemiyle Anadolu’nun derin ruhu birbirine karışıyordu.
Sergi salonu, zamanın koridorlarına açılan bir kapıydı. Karahantepe’den gün yüzüne çıkan binlerce yıllık bir tabak, Hatay’ın bereketli topraklarından çıkan 3.500 yıllık kil tablet, Antalya’nın sularından çıkarılan 1.000 yıllık parfüm şişesi…
Hepsi, üzerlerindeki tozları yüzyıllar boyunca değil, sanki dün silmiş gibi parlıyorlardı. Ve en çarpıcı olanı; sergilenen eserlerin yüzde 80’inden fazlası ilk kez gün ışığına çıkıyordu.
Cumhurbaşkanlığı Külliyesi siyasetin ötesinde kültür ve bilim dünyasının da kalbi oldu. Uluslararası Arkeoloji Sempozyumu’yla aynı anda gerçekleşen bu büyük buluşmada, dünyanın dört bir yanından bilim insanları Ankara’ya geldi…
Akademisyenlerin sunumları, kazı başkanlarının anlatımları ve eserlere yansıyan hikayeler, tek bir ortak mesaj veriyordu: Türkiye, kültürel mirasını sadece korumuyor; onu gururla dünyaya sunuyor…
Yaklaşık altı ay boyunca ziyarete açık olacak bu sergi, sadece bir sanat ya da arkeoloji etkinliği değil; geçmişle bugün arasında kurulan en görkemli köprülerden biri.
Ben orada yürürken, her vitrinin önünde durduğumda, aslında taş ve metal değil; yüzyılların hikayeleriyle göz göze geldiğimi hissettim.
Ve kendi kendime dedim ki: “İyi ki geldim. İyi ki gördüm. İyi ki bu toprakların hikayesini, en yakıştığı yerde, milletin evinde izledim.”