Bazı yolculuklar umutla değil, gözyaşıyla başlar. Bazı sınırlar, haritada çizili değil, yüreklerde derin yaralarla belirlenir. Bulgaristan’dan Türkiye’ye uzanan zorunlu göç; bir milletin sadece topraklarından değil, hatıralarından, geçmişinden, mezarlarından, çocukluğundan koparılmasının hikâyesidir.

Ve bu hikâyenin, bugünün Türkiye’sinde hâlâ yankılanan acı bir sesi vardır.

Kimliksizleştirme Girişimi: Adları Sildiler, Ruhları Değil

1980’lerin ortasında Bulgaristan Komünist rejimi, Türk ve Müslüman azınlık üzerinde insanlık dışı bir "asimilasyon politikası" başlattı. “Yeniden doğuş süreci” olarak adlandırdıkları bu süreç, aslında açıkça bir etnik ve kültürel soykırımdı. Türklerin adlarını zorla Bulgarlaştırdılar. Camiler kapatıldı, Türkçe konuşmak yasaklandı. Doğum belgeleri değiştirildi. İnsanlar kendi dilinde selam veremeyecek hale getirildi.

Ama unuttukları bir şey vardı: İsimler değişse de kalpler değişmezdi. Zorla dayatılan her kimlik, Türk soydaşlarımızın ruhunda daha derin bir direnişe dönüştü.

1989: Göç Değil, Bir Sürgün

1989 yılına gelindiğinde, artık baskılar katlanılmaz bir hal almıştı. Binlerce Türk ailesi, "ya asimilasyon ya göç" arasında tercihe zorlandı. Yaklaşık 350 bin kişi, birkaç gün içinde evini, yurdunu, geçmişini terk ederek Türkiye’ye yöneldi. Ellerinde bavulları, yüreklerinde kırılmışlıklarıyla geldiler. Bu, modern Avrupa tarihinin en büyük zorunlu göçlerinden biriydi.

Ama bu göç, sadece fiziksel bir hareket değildi. Bu bir kırılmaydı. Balkanlar'dan gelen her aile, birlikte getirdikleri acı hatıralarla Türkiye’nin toplumsal hafızasına yeni bir yara daha işledi.

Türkiye'nin Kucaklayışı ve Direnişin Sessiz Zaferi

Türkiye, bu göç dalgasını büyük bir vefa ve kardeşlik duygusuyla karşıladı. Gelen soydaşlar, bu topraklarda yalnızca barınma değil, yeniden bir kimlik buldular. Ancak göçmen olmak, kolay bir sıfat değildi. Yerleşmek, adapte olmak, geride bırakılanlara alışmak uzun zaman aldı. Birçoğu çocukluk anılarını Bulgaristan’da bıraktı. Birçoğu ise hâlâ köyüne dönmeden vefat etti.

Fakat bugün, onların torunları, Türkiye’nin dört bir yanında üretmeye, katkı sağlamaya, kültürlerini yaşatmaya devam ediyor. Bu da aslında zorla başlatılan bir göçün, iradeyle sürdürülen bir varoluş mücadelesine nasıl dönüştüğünün göstergesidir.

Unutmak, İkinci Bir Sürgündür

Bugün o acı dolu göçün üzerinden onlarca yıl geçti. Ama hâlâ binlerce ailenin sofrasında Bulgaristan’dan kalan bir hatıra tabağı, dillerinde bir türkü, gözlerinde o günlerin nemi vardır. Unutmak mümkün değildir. Çünkü unutmak, ikinci bir sürgündür.

Ve işte bu yüzden, bu makale de bir çağrıdır:
Bu göçü yalnızca tarih kitaplarına değil, vicdanlara da kazıyalım. Asimilasyona direnen soydaşlarımızı yalnızca “göçmen” değil, bir direnişin sembolü olarak analım.