Türkgün Gazetesi yazarı ve Uluslararası İlişkiler Uzmanı Dr. Cemil Doğaç İPEK, Türk İmparatorluğu döneminde yaşanan Ermeni olaylarına ilişkin dikkat çeken bir değerlendirme kaleme aldı. İpek, konunun sadece tarihsel değil aynı zamanda hukuki bir zeminde ele alınması gerektiğini vurguladı.

"Ermeniler siyasi bir grup olarak hareket etti"

İpek, Ermeni grupların o dönemde siyasi taleplerle hareket ettiğini ve silahlı faaliyetlerde bulunduğunu belirterek, “Bu durumda söz konusu grup, sözleşmede koruma altına alınan kategorilere dâhil edilemez” dedi. Ayrıca, Osmanlı'daki Ermenilerin "Millet-i Sadıka" olarak görüldüğünü ve devlet kademelerinde görev aldıklarını hatırlattı.

“Soykırım Kastı Yok, Adi Suçlar Söz Konusu”

Devletin Ermenilere yönelik yok etme kastı taşıdığına dair herhangi bir delil olmadığını ifade eden İpek, yaşanan ölümlerin büyük ölçüde iklim, salgın hastalık ve güvenlik yetersizliği gibi doğal sebeplerden kaynaklandığını belirtti. 

Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Yılın Gazete Ankara Temsilcisi Ödülünü" Kadir Yıldız’a Takdim Etti Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Yılın Gazete Ankara Temsilcisi Ödülünü" Kadir Yıldız’a Takdim Etti

“Türkiye, Hukuki Dil Kullanmalı”

Türkiye'nin propaganda faaliyetlerinde tarihsel değil hukuki bir dile yönelmesi gerektiğini vurgulayan İpek, “Türkiye’nin çalışmaları herkesin anlayabileceği kadar sade olmalı ve uzun süreli bir anlatımla kamuoyunda yer bulmalıdır” çağrısında bulundu.

Dr. Cemil Doğaç İpek'in yazısı şöyle: "Türk İmparatorluğu içerisinde gerçekleşen Ermeni olayları ile alakalı dünyada çeşitli yayınlar yapılmıştır. Ermeni tezlerini savunan yazarların büyük çoğunluğu tarih disiplinine mensuptur ve hadiseleri soykırım olarak nitelemektedirler. Türk olan yahut Türk tezlerini savunan yazarların da büyük bir çoğunluğu konuyu tarihi perspektiften değerlendirmiş; Sevk ve İskân Kanunu’nun uygulanmasının soykırım olmadığını savunmuşlardır. Hadiselerin anlaşılması için tarihi perspektif elbette gereklidir lakin soykırım kavramı uluslararası hukuk alanının içerisinde yer aldığı için çoğunlukla tarih disiplini içerisinden gelen kişilerin konuyla ilgili fikir yürütmesi konunun analizinde eksik yanların kalması sonucunu doğuruyor. Araştırmalara genel olarak bakıldığında görülmektedir ki konuyla ilgili olan araştırmacılar kendi bakış açılarına göre çeşitli miktarlarda ölümle sonuçlanan olayları soykırım olarak nitelemek eğilimindedirler. Oysa soykırım uluslararası bir suç olarak ancak uluslararası hukuku bilen kişiler tarafından değerlendirilebilir.

Biz; Sevk ve İskân Kanunu bugün uygulanmış ya da mevcut soykırım hukuku o dönemde geçerliymiş gibi hareket ederek konuyu incelemeye çalışacağız. Bununla beraber konunun sadece soykırım değil insanlığa karşı suç kavramı içerisine girip girmediğini de inceleyeceğiz. Soykırım konusunda ilk önemli düzenleme, 260 sayılı BM Genel Kurul kararı doğrultusunda 1948 yılında Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi'nin kabul edilmesiyle ortaya çıkmıştır. Sözleşme’nin 2. Maddesi soykırımı şöyle tanımlamaktadır: İşbu sözleşmede, soykırım, milli, etnik, ırki veya dini bir grubu kısmen veya tamamen yok etmek amacıyla aşağıdaki fiillerden herhangi birinin işlenmiş olunması demektir: Grup üyelerinin katli; bedeni ve akli melekelerinin ciddi suretle zarar görmesi; bedeni varlığının kısmen veya tamamen imhasına sebep olacak hayat şartlarına maruz bırakılması; doğumların yapılmasının engellenmesi; bir grubun çocuklarının başka bir gruba zorla nakledilmesi. Soykırım Sözleşmesi’ne göre soykırımı teşkil eden diğer fiiller şunlardır: Soykırımda bulunmak; soykırımda bulunulması için işbirliği yapmak, soykırımda bulunulması için açıkça veya doğrudan kışkırtmak; soykırımda bulunulmaya teşebbüs etmek, soykırıma iştirak etmek.

Soykırım Sözleşmesi’ne göre, soykırım olarak kabul edilecek fiillerin mağduru olarak dört grup saptanmıştır. Bu gruplar, korunan gruplar olarak vasıflandırılmaktadır. Korunan gruplardan herhangi birini kısmen veya tamamen yok etmek için gerçekleştirilmiş olan fiiller, soykırım olarak adlandırılmaktadırlar. Buna göre, korunan gruplar: Ulusal gruplar, etnik gruplar, ırka dayalı gruplar, dini gruplardır. Soykırım suçu hakkında da vurgulanması gereken en önemli özellik, bu suçun ancak özel kastla (dolus specialis) işlenebilen bir suç olmasıdır. Özel kast, milli, etnik, ırki veya dini bir grubu, kısmen veya tamamen yok etmek kastıdır. Soykırım suçunu işleme durumunun oluşabilmesi için failde, fiili işleme anında öldürme kastından ayrı olarak yukarıda bahsedilen özel kastın da mevcudiyeti gerekir.

Bir grubun siyasi ve silahlı faaliyette bulunduğu kanıtlandığı andan itibaren Sözleşme tarafından soykırıma karşı korunması gereken gruplar içerisinde bulunmasına imkân kalmamaktadır. Ermeniler adına hareket eden parti ya da benzeri kuruluşların, ilk adımda kolektif hakların genişletilmesi anlamına gelen reformlarla başlayıp, oradan otonomiye geçmek sonra da bağımsızlığını gerçekleştirmek istediği ve bu amaçla siyaset yaptığı ve terörizm de dahil silaha başvurduğu açık bir şekilde ortadadır. Bu yönleri ile Ermeniler Sevk ve İskân Kanunu uygulanmaya başlanmadan önce siyasi bir grup oluşturmuştur.

Bir grubu grup olarak yok etme iradesinin ancak grup mensuplarına karşı duyulan yoğun nefretin yoğunlaşması sonucunda ortaya çıktığı bilinmektedir. İddia edildiği gibi bir Ermeni  soykırımının  olması  için  uygun  bir  ortamın  olması  gerekirdi.  Örneğin Almanya'da  Hitler'in  ortaya çıkabilmesi için uygun bir Alman felsefesi, edebiyatı ve kültürü vardı. Türk kültüründe, Türk felsefesinde böyle  bir  şeye  rastlamak  mümkün  değildir.  Tersine Ermeniler 'Millet-i  Sadıka’ diye vasıflandırılmıştır. Ermeni kökenli vatandaşların kamu idaresinde üst düzey  görevler  icra  ettikleri  de  bilinmektedir. Örneğin Türk Devleti, Sevk ve İskân Kanunu'nu  uygularken o sırada Meclis-i Mebusan'da Ermeni milletvekilleri de görev yapmaktadır. Bu şartlar altında Ermenilerin grup olduklarından dolayı ırkçı nefretle yok edildiklerini söylemek doğru bir tutum olmayacaktır.

Sevk ve İskân Kanunu'nun uygulanması ile ilgili olarak başkent ile taşra teşkilatı arasında yapılan yazışmalarda Ermenileri yok etme kastına yönelik hiçbir atfa rastlanmamıştır. Ayrıca güvenli bir biçimde sevk edilmelerini sağlamak amacı ile karşılıklı taleplerde bulunulduğu görülmektedir. Şurası da bir gerçektir ki alınan tüm tedbirlere rağmen sivil Ermeniler arasında sevk ve iskân sırasında ölüm hadiseleri yaşanmıştır. Bu ölümlerin devletin asli görevini bilerek ihmal etmesinden kaynaklanmadığı açıktır. İklim ve coğrafya şartlan, Ermeni konvoylarını korumakla görevli askeri birliklerin yetersizliği, ihtiyacı karşılayacak gıda ve ilaç bulunmaması ve salgın hastalıklar ölümlerin doğal nedenlerini oluşturmuştur. 

Sevk ve İskân Kanunu, Ermenilerin grup nitelikleri ile yaşam şartlarını yok olmalarına yol açacak şekilde "kasten" zorlaştırmayı amaçlamadığından bir soykırım değildir. Tüm bunlara karşın sevk ve iskân edilen bir grubun verdiği kayıpları insanlığa karşı suç kavramı içerisine sokmaya imkân var mıdır? Bu hadisenin de incelenmesi gerekmektedir. Bu şartlar altında, bir siyasi grup da olsa, Ermenilere karşı ırkçı nefretle yok etme kastı olmadan yapılan sevk ve iskân sonucunda önemli sayıda Ermeni’nin ölmüş olmasını, insanlığa karşı suç kavramına sokmak için UCM statüsü yedinci madde içerisinde sayılan öldürme, katliam, tehcir, mezalim gibi fiilleri kullanmaya kalkışanlar olabilir. Yedinci madde birinci paragrafta sayılan fiillerin insanlığa karşı suç oluşturması için bir topluluğa karşı yaygın ve sistematik bir saldırı olması gerekmektedir. Ermenilere karşı Türk güvenlik güçleri böyle bir saldırıya girişmemiştir. Ermenilerin çeşitli nedenlerle grup olarak kimliklerini hedef alan bir mezalim yoktur. Birinci Dünya Savaşı başlayınca ve doğu cephesinde tehlikeli durum ortaya çıkıncaya kadar temel haklardan herkes kadar yararlanmaya devam ettikleri gibi Sevk ve İskân Kanunu uygulamaya konuluncaya kadar da bu haklardan mahrumiyetleri söz konusu olmamıştır. Bu bağlamda bazı yerel çetelerin sevk ve iskân halindeki Ermenilere saldırıları da tamamen bir asayiş olayı niteliğindedir. Sevk ve iskân uygulaması, Ermenilere yaygın ve sistematik bir saldırının parçası olarak yapılmamıştır. Bu gerçek, Sevk ve İskân Kanunu'nun insanlığa karşı suç olmadığını açıkça göstermektedir. Bu şartlar altında Sevk ve İskân Kanunu meşrudur ve uygulanması sırasında gerçekleşen ölümler de ceza hukuku açısından adi suçlar kapsamına girmektedir.

Türkiye'de konuyla ilgili bir diğer önemli husus da kendi vatandaşlarımızın sevk ve iskân kanunu ve ilgili uluslararası hukuk hakkında yeterince bilgilendirilmemesidir. Dünya kamuoyu ile aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti'nin kendi vatandaşlarını da bilgilendirmesi elzemdir. Ermeni iddialarını dünya kamuoyunda seslendirenler basit, hedefe yönelik propaganda uygularken Türkiye'de ağırlıkla tarihsel çalışmalarla bu sorunun üstesinden gelinebileceği düşünülmektedir. Bu nedenle Türkiye'nin propaganda faaliyetlerinde dahi tarihsel bir üslubun hâkim olduğu görülmektedir. Halbuki propagandanın hedefi detaylı bilgisi olmayan ve ayrıntıları kavrayamayan kitlelerdir. Dolayısıyla Türkiye’nin çalışmaları herkesin anlayacağı kadar basit olmalı ve herkesin içselleştireceği kadar uzun süre tekrar edilmelidir."

Muhabir: Dilruba Koçak