İran’ın İsfahan eyaletinde bulunan Natanz nükleer tesisine yönelik İsrail’in gerçekleştirdiği saldırı, jeopolitik dengeleri sarsmakla kalmadı; aslında bir süredir göz ardı edilen başka bir tehdidin, çevresel yıkım riskinin de kapısını araladı: nükleer altyapılara yönelik saldırıların ekolojik sonuçları.
Ortadoğu’daki güç oyunları, sadece siyasi değil; çevresel olarak da telafisi imkânsız riskler barındırıyor. Ancak bu boyut, çoğu zaman gündemin gürültüsü içinde görünmez kalıyor.
Nükleer Tesisler: Sadece Stratejik Değil, Ekolojik Hedeflerdir
Nükleer tesisler, olağanüstü güvenlik önlemleriyle korunan, enerji üretimi veya silahlanma amacıyla kullanılan yüksek riskli yapılardır. Ancak bu yapılar aynı zamanda doğrudan çevreyle iç içedir: yeraltı suları, atmosfer, ekosistemler ve yakın yerleşim alanları…
Bir sabotaj, santraldeki radyasyon sızıntı riskini artırabilir. Bu sızıntı her zaman Çernobil veya Fukuşima kadar büyük olmayabilir; ama yer altı su yollarına karışabilecek radyoaktif maddeler, toprakta kalıcı kirlilik yaratabilir. Natanz gibi bir tesisin vurulması, yalnızca bir siyasi mesaj değil; toprağın, suyun ve havanın da potansiyel olarak zehirlenmesi anlamına gelir.
Ekolojik Krizle Savaşta Bu Saldırı Ne Anlama Geliyor?
Dünya, iklim krizinin pençesindeyken ve çevresel sürdürülebilirlik artık hayatta kalmanın temel şartı hâline gelmişken, savaş ve sabotaj yöntemlerinin hâlâ “nükleer tesisleri” hedef alması, bir tür akıl tutulmasıdır.
Bir yandan karbon emisyonlarını azaltmaya çalışan dünya liderleri, diğer yandan diplomasiyle çözülebilecek anlaşmazlıkları, ekolojik yıkımı göze alarak büyük saldırılarla çözmeye çalışıyor. Bu çelişki, gezegenin geleceği açısından büyük bir paradokstur.
Türkiye’ye Uzak, Etkisine Yakınız
İran’daki Natanz nükleer tesisinde ortaya çıkabilecek radyasyon sızıntısı, sanıldığı kadar “uzakta kalacak” bir felaket değildir. Atmosfer hareketleri, rüzgâr yönleri ve yer altı su akımları göz önüne alındığında, Türkiye’nin bu tür bir ekolojik felaketten doğrudan veya dolaylı olarak etkilenme riski oldukça yüksektir.
Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri, İran sınırına yakınlığı sebebiyle ilk etki alanlarından biri olabilir. Tarım arazilerinde toprak kirliliği, hayvancılıkta otlakların zehirlenmesi, içme suyu kaynaklarının risk altına girmesi gibi sonuçlar; hem halk sağlığını hem de bölgesel ekonomiyi ciddi şekilde tehdit eder.
Radyasyon bulutlarının atmosfer yoluyla taşınması, Karadeniz ve İç Anadolu’ya kadar ulaşabilecek bir etki zinciri yaratabilir. Tıpkı 1986’daki Çernobil faciasında olduğu gibi, yıllar sonra bile etkileri görülebilecek bir çevre kriziyle karşı karşıya kalabiliriz
Çevresel Güvenlik Artık Ulusal Güvenliğin Parçası Olmalı
Uluslararası toplum, nükleer tesisleri yalnızca stratejik noktalar olarak değil; aynı zamanda çevresel hassas bölgeler olarak da tanımlamalı. Çünkü bir patlama ya da sızıntı, sınır tanımaz: radyoaktif bulutlar rüzgârla yayılır, tarım alanları kirlenir, sular zehirlenir ve halk sağlığı yıllarca etkilenir.
Bugün Natanz, yarın Beleville, başka bir gün başka bir ülkenin nükleer tesisi… Bu “gölge savaşlar”, sadece insanları değil; hayvanları, bitkileri, toprakları, iklimi de tehdit ediyor.
Dünya Artık İsrail’e Dur Demeli
İsrail’in Natanz nükleer tesisine yaptığı saldırı, bölgesel istikrarı ve ekolojiyi tehdit eden saldırgan bir devlet refleksi olarak değerlendirilmelidir. Uluslararası hukukun, Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin ve temel çevre etiğinin hiçe sayıldığı bu tür eylemler karşısında sessiz kalan dünya, yalnızca bir ülkenin değil, bir gezegenin geleceğini riske atmaktadır.
Katil İsrail’in Natanz’a yaptığı saldırı her açıdan olduğu gibi, doğa açısından da ciddi bir sorumsuzluk örneğidir. Savaş yöntemlerinin çevresel etkileri göz ardı edildikçe, insanlık yalnızca siyasi istikrarı değil, yaşanabilir bir gezegeni de kaybedecektir.
Asıl soru şu: çevre ve iklim değişikliği konusunda hassas taklidi yapan Batılı ülkeler, katil İsrail’in bu sorumsuz saldırısına gereken cevabı verebilecek mi?