“Tarihin tozlu sayfalarında bazı isimler vardır ki; bir tahtın arkasındaki gerçek hükümdardır…
Bu, aşkın gölgesinde başlayan ama imparatorluklara yön veren bir kadının hikâyesidir.
Bu, Kösem Sultan’dır…”
“Anastasia… Henüz 15 yaşında, Yunan adalarından İstanbul’a getirilen bir cariye…
Adı, memleketi, ailesini bildiği herşeyi unutacaktı..öyle de oldu..O,gelecekte bir imparatorluğun kaderini belirleyecek ışık oldu..
Saray ona ‘Mahpeyker’ adını verdi...
Ve o isim, kısa sürede başka bir isimle yer değiştirdi.. Kösem.”
Sarayda zamanla sadece güzelliğiyle değil, zekâsıyla da dikkat çekti. Sessizce gözlemliyor, kimseye çaktırmadan öğreniyor, doğru yerde susmasını, doğru zamanda konuşmasını biliyordu. Henüz kimse farkında değildi, ama o, tarihin akışını değiştirecek bir yolun başındaydı.
Osmanlı tahtında genç bir padişah vardı: I. Ahmed. Savaş meydanlarında değil, şiirlerde ve kalpte arıyordu gücü. Bir gün Mahpeyker’i gördü ve başka kimseye bakmadı. Aralarında aşk değil, bir kader bağlandı. Mahpeyker artık sadece bir cariye değil, sultanın gönlündeki tek kişiydi.
Sarayda doğan çocuklar birer umuttu. Şehzadeler büyüdükçe Mahpeyker’in yeri sarayda daha da sağlamlaştı. Artık herkes ona yeni adıyla hitap ediyordu: Kösem Sultan.
Ama mutluluk uzun sürmedi. I. Ahmed genç yaşta öldü. Kösem için hem aşk hem de iktidar yarım kaldı.
Taht, padişahların hakkıydı; ama gerçek güç çoğu zaman başka ellerdeydi. I. Ahmed’in ardından tahta çıkan padişahlar – II. Osman, I. Mustafa, IV. Murad – hepsi ya çok gençti ya da zayıf iradeli. Oysa Kösem, akıllıydı, deneyimliydi, entrikayı, siyaseti ve sabrı öğrenmişti.
IV. Murad tahta çıktığında henüz çocuktu. Devletin yönetimi Kösem’e geçti. O artık Valide Sultandı. Sadrazamları belirliyor, devletin kararlarına yön veriyor, kendi adına camiler yaptırıyordu. Erkeklerin dünyasında bir kadın, devletin aklını temsil ediyordu.
Yıllar geçti, IV. Murad genç yaşta hayatını kaybetti. Yerine kardeşi Sultan İbrahim geçti. Ama bu padişah, akli dengesini yitirmişti. Sarayda anlamsız emirler, kadınları denize attırmalar, hazinenin boşaltılması… Devlet uçurumun eşiğindeydi.
Kösem Sultan için bir annenin en büyük sınavı başlamıştı. Ya oğlunu koruyacak, ya imparatorluğu. Uzun geceler boyunca karar veremedi. Ama sonunda… bir emir verdi.
Sultan İbrahim boğduruldu.
Ve o gece yalnızca bir padişah değil, bir annenin kalbi de boğulmuştu.
Tahta Kösem’in torunu IV. Mehmed geçti. Küçüktü. Sarayı yönetecek güç, yine Kösem’deydi. Ama bir kişi daha vardı: Turhan Sultan. Genç, zeki, kararlı… Ve Kösem’in gelini.
Aralarındaki soğuk savaş, gün geçtikçe buz gibi bir düşmanlığa dönüştü. Sadıklar ikiye bölündü. Kimileri “Kösem yaşlı, tecrübeli; devleti ayakta tutan odur” dedi. Kimileri ise “Artık genç kan gerekli, Kösem devrini tamamladı” diye fısıldadı.
Bir gece… Eski Saray’ın taş duvarları sessiz. Kösem, yalnız. İçeri giren ayak seslerini duyar gibi olur. Dışarısı karanlık, içeri girenlerin niyeti ise aydınlık değildir.
Bir ipek kemer getirilir.
O gece, Osmanlı’nın en kudretli kadını boğularak öldürülür.
Emri veren ise gelini Turhan Sultan’dır.
Kösem Sultan’ın ardından çok şey değişti. Ama onun gibi bir kadın, bir daha gelmedi. Ne Hürrem ne Mihrimah… Hiçbiri dört padişahın döneminde sarayın aklını yöneten bir figür olmadı.
Onun adı, tarih kitaplarında belki tek bir cümleyle geçer.
Ama sarayın taşları, hâlâ onun ayak seslerini fısıldar.
Kösem Sultan, bir cariye olarak girdiği saraydan, imparatorluğun görünmeyen sultanı olarak çıktı.
Sevdi, yönetti, savaştı, kaybetti.
Ama asla unutulmadı.
Çünkü bazen tahtta oturan değil…
Tahtı yönlendiren hatırlanır.